Ana sayfa

 

EBU ZER’-İ ĞIFARİ R.A. :

 

Meşhûr Sahâbî. İlk müslüman olanlardandır. İsmi, Cündeb bin Cünâdedir. Müslüman olmadan önce

künyesi Ebû Memle idi. Müslüman olunca Peygamberimiz (s.a.v.) Ona Ebû Zer künyesini verdi. Lâkabı

Mesih-ül-İslâm’dır. Benî Gıfar kabilesinden olup, doğum târihi bilinmemektedir. 32 (m. 652) senesinde

Medine civarındaki Rebeze denilen yerde vefât etti.

Ebû Zer Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabilesindendir. Bunlar

Arabistan’da bulunan diğer kabileler gibi cahiliyye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu.

Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı. Ebû Zer Gıfârî de çevresinin

tesiriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesareti ile şöhret bulmuş,

gücü kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhûr olmuştu. Fakat o bütün bunlardan bir tad

almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu.

Nihayet bir gün herşeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan

uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir

rehber aramaya, başladı. Üç sene böylece devam etti. Ebû Zer Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta

iken, Muhammed aleyhisselâm’a Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verilmişti. Artık insanlar birer ikişer

müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nuru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi

gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çareler arıyordu. Nihayet bu haber Benî

Gıfâr kabilesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini

işitince, Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve Peygamber olduğunu

bildiriyor, dedi. Hangi kabileden olduğunu sordu. Kureyş’tendir dedi. Ebû Zer Gıfârî bu haberi işitir

işitmez kardeşi Üneysi Mekke’ye gönderip bir haber getirmesini istedi. Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber

efendimizin (s.a.v.) mübârek cemâli, sohbeti ve ihsanları ile şereflendi. Hayran kaldı. Sonra tekrar

memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer hazretleri (Ne haber getirdin) diye sorunca, (Efendimiz, Vallahi

öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emr edip, kötülüklerden sakındırıyor) dedi. Ebû Zer Gıfârî,

peki insanlar onun hakkında ne diyorlar dedi. Zamanın meşhûr şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle

cevap verdi: “Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne ne de sihirbazların

sözüne benzemiyor. O’nun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç

benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler.” dedi. Ebû Zer Gıfârî kardeşinin getirdiği haber üzerine hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi

(s.a.v.) görüp müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle

Mekke yoluna düştü. Mekkeye varınca halini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize

(s.a.v.) ve yeni müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha

ilerletiyorlardı. Bilhassa müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı. Ebû Zer

Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan

Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi (s.a.v.) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu

öğrenmek için bir işaret arıyordu.

Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali, Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine

götürdü. Halinden bir şey sormadığı gibi Hz. Ebû Zer de sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar

Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı halde hiçbir ipucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu.

Hz. Ali, o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce (Bu biçare hâlâ evini öğrenememiş) diyerek

tekrar evine götürdü. Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali tekrar evine

davet edip götürdü. Nereden ve niçin geldiğini sordu. Ebû Zer hazretleri de, (Eğer bana doğru bilgi vereceğine

kati söz verirsen, söylerim dedi. Hz. Ali söyle halini kimseye açmam deyince Ebû Zer Gıfârî işittim

ki, burada bir Peygamber çıkmış, onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim. Hz. Ali sen

doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et benim girdiğim eve sen

de peşimden gir dedi. Ebû Zer Gıfâ’ri, Hz. Ali’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek

yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da

verilen ilk selâm ve Ebû Zer Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.)

selâmına cevap verip, “Allahın rahmeti üzerine olsun” buyurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), “Sen kimsin?”

diye sorunca ben Gıfâr kabilesindenim dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” buyurdu, üç gün

üç geceden beri buradayım. “Seni kim doyurdu?” buyurunca Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek

bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), “Zemzem

mübârektir. Aç olanı doyurur.” buyurdu. Bundan sonra Ebû Zer Gıfârî, Peygamberimize (s.a.v.) bana

İslâmı bildir dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Ona Kelime-i şehâdeti okudu o da söyleyip, müslüman oldu. O

ilk müslüman olanların beşincisidir.

Ebû Zer Gıfârî hazretleri müslüman olduktan sonra Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle, “Eşhedü

enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dedi. Bunu işiten müşrikler hemen üzerine

hücum ettiler. Taş sopa ve kemik parçaları vurarak öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı. Bu hâli gören

Hz. Abbas bırakın bu adamı öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan

bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz dedi. Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.

Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün

gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum

eden müşrikler yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.

Ebû Zer Gıfârî hazretlerine Peygamber efendimiz (s.a.v.) kendi memleketine dönmesini ve orada

İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. Ebû Zer Gıfârî bu emir üzerine kendi kabilesi arasına dönüp onlara

İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti. Birgün kabilesine Allahın bir olduğunu,

Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak olduğunu anlattı. Sonra da

tapmakta oldukları putların bâtıl boş ve mânâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir

kısmı, “olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabilenin reisi Haffaf bağıranları susturdu ve durun

dinleyelim bakalım ne anlatacak dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti. Ben

müslüman olmadan önce bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki,

bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini

kirletmesine manî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! dedi. Köpeğin bile hakaret

ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa buna çok şaşılır, işte sizin taptığınız budur, dedi. Herkes başını

eğmiş duruyordu. İçlerinden biri, peki senin bahsettiğin Peygamber (s.a.v.) neyi bildiriyor. Onun doğru

söylediğini nasıl anladın, dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti.

O, Allahın bir olduğunu, Ondan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu

bildiriyor... İnsanları Allah’a îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet

ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün,

çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor, dedi. Ebû Zer Gıfârî hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı.

Kabilesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir

şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffaf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu

müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek müslümanlığı kabul ettiler.

Ebû Zer Gıfârî hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet Mekke’de ve civarında oldukça yayılmıştı.

Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki

defa Habeşistan’a, daha sonra Medine-i Münevvere’ye hicret yapıldı. Ebû Zer hazretleri de Medine’ye

hicret etti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte

Ebû Zer hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar

kabilesi arasına gönderildi. Ebû Zer Gıfârî hazretleri hicretten sonra da kabilesi arasında İslâmı yayma

hizmetinde bulunduğu için Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunamadı. Daha sonra O da Medine’ye

gitti.

Ebû Zer Gıfârî (r.a.), Hendek savaşından sonra Medine’ye yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin

(s.a.v.) yanından ayrılmadı. Önce Resûlullahın (s.a.v.) hizmetini görür sonra da mescide gider

başka bir işle meşgul olmazdı. Peygamberimizin (s.a.v.) evinden bir fert gibi oldu. Her hareketinde

ve her işinde Resûlullaha (s.a.v.) tâbi oldu. Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda

büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize (s.a.v.) sorardı. İmân, ihsan, emir ve nehiy hususunda,

Kadir gecesi ve daha birçok hususların esrarını, izahını, namaza dair ince hususları ve nice

şeyleri Resûlullaha bizzat sorarak öğrenmiştir. Resûl-i Ekrem efendimiz de Ebû Zer’i çok sever ona hususî

iltifat buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda kalırdı. Peygamberimizin

(s.a.v.) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu. Ebâ Zer hazretleri

ayrıca Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek elini öpmek seadetine kavuşmuştur. Kendisi şöyle anlatmıştır:

“Resûl-i Ekrem ile ne zaman karşılaşsak müsafeha ederdik. Hatta bir gün beni aramış ben yoktum. Aradığını

duyunca hemen huzuruna gittim. Çok neşeli oturuyor idi. Kucaklaştık.”

Ebû Zer, Resûlullah (s.a.v.) efendimize bi’at ederken (Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine

aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına) söz vermişti. Ömrünün

sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah efendimiz, “Dünyaya Ebû Zer’den daha

sadık kimse gelmedi” buyurmuşlardır. Resûlullaha (s.a.v.) anlatılamayacak derecede muhabbeti ve

bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir: (Yâ Resûlallah benim kalbim yalnız Allahü teâlânın ve sizin

muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.)

İki ilim denizinin birleştiği nokta ve ilmin kapısı olarak vasıflandırılan Hz. Ali, “Ebû Zer ilimde bir

deryadır, insanların anlamaktan âciz olduğu çok ilmi biliyordu. Sonra ilmin üzerini kırba bağlar gibi bağlayıp,

ondan hiç sızdırıp zayi etmemiştir.” buyurdu. Hz. Ömer, “Ebû Zer’in ilmi çok yüksektir.” buyurdu.

Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) da onun ilim hususunda bu ümmetin en ileri gelenlerinden olduğunu bildirmiştir.

O, Resûlullahın (s.a.v.) zamanında dinde fetva verenlerden biri idi.

Tebük muharebesinde Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride

kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya

yetişti. Yalnız başına tenha bir yere oturdu. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Zer’i böyle tenhada görünce

“Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek olan ve yalnız başına haşr

olunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin” buyurmuşlardır. Mekke’nin fethine de kendi kabilesinin sancağını

taşıyarak katılmıştır.

Ebû Zer (r.a.) dünyâya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber

efendimiz (s.a.v.) bu sebeble ona “Mesîh-ül-islâm” lâkabını vermişti. Peygamberimize (s.a.v.)

tam bağlanıp, O’nun sevip, beğendiğini seven, Onun sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer

(r.a.); Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra bir

köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp,

O’nun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Hz. Osman’ın halifeliğine kadar orada kaldı. Sonra Medine-i Münevvereye geldi. Şam halkına din

bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve harâmlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük

nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakîrlere dağıtırdı. Hatta Şam’da bulundukları sırada bir

gün Şam valisi tecrübe etmek için onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zer hazretleri altınları hemen

fakîrlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı. Ertesi gün valinin hizmetçisi gelip, (Aman efendim,

dün sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim), deyince, Ebû

Zer (r.a.), “Oğlum, onları fakîrlere dağıttım. Sen validen iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım,

iade ederiz” dedi. Valinin adamı durumu valiye anlattı. Vali Ebû Zer’in (r.a.) doğru sözlü olduğunu anladı.

Fakat oranın zenginleri Ebû Zer’în (r.a.) bu durumunu beğenmediler. Oradan gitmesi için Hz. Osman’a

mektûb ile bildirdiler. Böylece Medine-i Münevvere’ye davet edildi. Hz. Osman, Şam halkının kendisinden

şikâyet sebebini sordu. Ebû Zer de hâdiseyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman (Yâ Ebâ

Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Benim vazifem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin

emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.) buyurdu. Sonra Ebû Zer (r.a.)

Resûlullah bana “Binalar Seldağı’na ulaştığı zaman, sen Medine’den ayrıl.” diye emretmişlerdi, izin

verirseniz, ben Medine’den gideyim dedi. Hz. Osman müsâde buyurdular ve bir deve sürüsü ile, iki köle

verdiler. Yetecek miktarda yiyecek ve hediyeler ile Medine-i Münevvere yakınlarındaki (Rebeze) adındaki

köye gitmesini söylediler. Ailesi de Şam’dan buraya gönderildi. Ebû Zer Gıfârî (r.a.) buraya bir mescit

yaptırdı. Vefât edinceye kadar, gelenlere İslâm dinini öğretti. Hadîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan öm-

rünü burada geçirdi ve orada da vefât etti. Vefâtı pek garip oldu. Hanımı ona bir elbise aradığında bana

elbise değil kefen lâzımdır deyip, Resûlullahın (s.a.v.) kendisine nasıl vefât edeceğini söylediğini bildirdi:

“İyi bir haber var, yakında Resûlullaha kavuşacağım” ve “Ey ölüm çabuk gel ruhum Rabbime kavuşmak

sevgisiyle çırpınıyor” dedi. Hasta olduğu bir gün kızı veya hanımına dönüp, “Dışarıdan gelen olup olmadığını”

sordu. Dışarı çıkıp baktıklarında bir şey görünmediğini bildirdiler. Bunun üzerine “Vefât zamanım

henüz gelmedi. Şimdi siz bir koyun kesip hazırlayın. Cenâzemde sâlih bir topluluk bulunacak. Onlara

ikrâm edersiniz. Yemeden gitmemelerini benim tenbih ettiğimi söylersiniz” buyurdu. Arzusu yerine getirildi.

Tekrar kızına veya hanımına dışarı çıkıp gelenlerin olup, olmadığına bakmasını isteyince, dışarı

çıktılar. Uzaktan bir topluluğun gelmekte olduğunu görünce içeri girip haberi verdiler. Bunun üzerine

kendisinin kıbleye karşı çevrilmesini istedi. Kıbleye döndükten sonra Hz. Ebû Zer, “Bismillahi ve billahi

ve alâ milleti Resûlullah” diyerek ruhunu Hak teâlâya teslim etti. Gelen misafirler karşılanıp Ebû Zer

Gıfârî’nin (r.a.) vefât ettiği bildirildi. Bunlar, “Böyle mübârek bir zâtın cenâzesinde bulunmak, Allahü

teâlânın bize hususi bir kerem ve lütfudur.” diyerek, Ebû Zer’i (r.a.) gasl, techîz ve tekfîn edip namazını

kıldılar ve defn ettiler. Tam gitmek üzereyken, Ebû Zer Gıfârî (r.a.) size selâm etti, yemek yemeden gitmemenizi

tenbih eyledi diye bildirilince, hepsi oturup yemek yediler. Sonra durumu gidip halifeye bildirdiler.

Ebû Zer (r.a.) vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu.

Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ebû Zer’in vefâtını işitince, Resûlullah (s.a.v.), “Ebû Zer yalnız, vefât eder

ve yalnız haşr olunur” buyurmuştu, diyerek ağladı. Hz. Osman, Ebû Zer’e çok acıdı. Onun kızını kendi

evlâtları arasına aldı. Ona fevkalâde yakınlık gösterdi.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki: “Benim ümmetimde Ebû

Zer, Meryem oğlu Îsâ’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.”

“Îsâ aleyhisselâmın tevazu’una bakmak kendisini mesrûr eden kimse, Ebû Zer’e nazar eylesin.”

“Ebû Zer’den daha sâdık bir söz (lehçe) ne yeryüzü tanımıştır, ne de bir yeşillik üzerine gölge

salmıştır. Yani onun gibi doğru sözlü bir kimse dünyâya gelmiş değildir.”

Ebû Zer Gıfârî (r.a.), Peygamberimizden (s.a.v.) bizzat işiterek, ikiyüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâyet

etmiştir. Kendisinden Enes bin Mâlik, İbn-i Abbas, Hâlid bin Vehban, Zeyd bin Vehb, Hurşe bin Hurr,

Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Abdullah bin Samit, Amr bin Meymûn ve daha çok sayıda hadîs

âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte denilen meşhûr

altı hadîs kitabında yer almıştır.

Ebû Zer’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsî şöyledir:

(Mânâsı Allahü teâlâdan, sözleri Peygamberimizden olan hadîs-i şerîflere hadîs-i kudsî denir.)

Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: “Ey kullarım! Şüphesiz zulmü kendime harâm

kıldım. Yani zulümden münezzehim. Bunu size de harâm kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin.

Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak

sizden hak yoluna hidâyet ve îmân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidâyete kavuştu, dalâletten

kurtuldu. Benden hidâyet isteyiniz, sizi hidâyete kavuşturayım.”

“Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden

yiyecek içecek talep ediniz ki, size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.”

“Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz

ki sizi giydireyim.”

“Ey benim kullarım! Siz gece-gündüz kast ile hata edersiniz. Ben ise şirkden başka bütün

günahları affediciyim. Bana istiğfâr ediniz ki sizi mağfiret edeyim.”

“Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiç bir zarar veremezsiniz ve bana hiç bir faide sağlayamazsınız.

Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. Ben ganiyy-i mutlakım siz de fakîr-i mutlaksınız.”

“Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvanın

en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvanızın fâidesi

yine sizedir.”

“Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en

âsî bir kimse gibi hep, isyankâr ve günahkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların

zararı, ziyanı size ulaşır.”

“Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde biryerde

el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz, iğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden birşey eksiltir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.”

“Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ilmi ezelîm ve hafaza meleklerim ile

zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim

bir hayır işlerse, bana hamd ü sena eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler

de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz’iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günah işliyorlar.”

Hz. Ebû Zer’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı da şunlardır:

“Akıllı olan kimse zamanını üçe bölmeli, bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhasebesi

ile diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.”

“Nerede olursan ol, takva üzerine bulun, Allahtan kork.”

“Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.” Ebû Zer hazretleri buyurdu ki:

“Günün deven gibidir. Başını tutarsan, yahut bağlarsan, bedeni sana tâbi olur. Yani sabahleyin tâat, ibâdet ve bir hayır işlersen, günün sonu da öyle gelir.”

“Şüphesiz malının iki ortağı vardır. Biri semavi âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde eğer malından

nasîbi enaz olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlâ’nın yolunda sarf et.”

“Bir günlük nafakaya râzı ol. Hayırlı işleri kaçırmaktan kork ve sakın. Dünyan oruç, iftarın ölüm olsun.”

“Fakr yani, ihtiyaç hali benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.” Bu

söz yüksek derecelerini göstermektedir.

“İnsan ne kadar dünyâ malı toplarsa o kadar dünyâya düşkün olur.”

“Yalnızlık kötü arkadaşla bulunmaktan iyidir, iyi arkadaşla beraber olmak da yalnızlıkdan iyidir.”

“En garib ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.”

Süfyân-ı Sevrî şöyle anlatmıştır: Ebû Zer Gıfârî hazretleri bir gün Kâ’be’de ayağa kalkıp, ey kardeşlerim

geliniz toplanınız! Bu şefkatli kardeşinizin nasihâtlarını dinleyiniz, diye bağırdı. Bunun üzerine

insanlar yanına gelip, etrafına halka oldular ve Onu dinlemeye başladılar. Sözüne şöyle başladı: “Sizden

biriniz bir yolculuğa çıkarken hazırlık yapıp azığını yanına alır değil mi? Gideceği yere sağ salim varmak

için tedbirler alır değil mi? Evet dediler. Sonra şöyle devam etti; Siz öyle bir yolculuğa çıkacaksınız ki, bu

yolculuk çok zor ve çok uzundur. Bu yolculuk âhiret yolculuğudur. Bu çetin yolculukta size lâzım olacak

ve sizi kurtaracak olan azığı hazırlayınız! Dinleyenler dediler ki, o azık nedir? Buna da şöyle cevap verdi:

Kabrin azabından ve dehşetinden kurtulmak için gecenin karanlığında namaz kılınız. Mahşer günü

güneşin şiddetli sıcağından kurtulmak için oruç tutunuz. Kıyâmet gününün çetin zorluklarından kurtulmak

için mallarınızdan (zekât) sadaka veriniz. Haccı yapınız. Hayır söyleyip, kötü sözlerden sakınınız.

Kıyâmetde her sözünüzden hesaba çekilirsiniz. Dünyayı, ahireti kazanacak bir yer olarak değerlendiriniz.

Helâl olan şeyleri arayınız. Mallarınızı üçe ayırıp, bir kısmı ile çoluk çocuğunuza helâl yiyecek temin

ediniz, bir kısmını sadaka olarak veriniz, diğer kısmını da size faydalı olan şeylere harcayınız.” Bunları

söyledikten sonra daha yüksek bir sesle: “Ey insanlar peşinden yetişilmeyen bir hırs sizi mahvediyor...”

dedi.

Ebû Zer Gıfârî (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Bir gün mescide girdim. Resûlullah (s.a.v.) yalnız oturuyordu.

Ben de yanına oturdum, buyurdu ki: “Yâ Ebâ Zer, mescide girince iki rekât namaz (tahıyyet-ülmescid)

kılmak gerekir. Kalk kıl.” Kalktım iki rekât tahıyyet-ül-mescid namazını kıldım sonra yine

Resûlullahın yanına varıp oturdum. Dedim ki, Yâ Resûlallah (s.a.v.) Bana namaz kılmayı emir buyurdunuz.

Bu namaz nedir? “Azı ve çoğu Allahü teâlânın koyduğu bir ibâdettir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ

Resûlallah hangi amel daha efdaldir. “Allahü teâlâya îmân etmek ve onun yolunda cihad yapmak.”

buyurdu. Yine dedim ki, Yâ Resûlallah îmân bakımından en kâmil mü’min hangisidir? “Ahlâkı en güzel

olanıdır.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah mü’minlerin en emini kimdir? “İnsanlara elinden ve dilinden

zarar gelmeyen kimsedir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdâl hicret hangisidir? “Günahlardan

uzaklaşmaktır.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdal namaz hangsidir? “Duâsı fazla olan

namazdır.” buyurdu. Yâ Resûlallah, oruç nedir? dedim. “Ecrini, mükâfatını bizzat Allahü teâlânın

katkat vereceği bir farzdır (ibâdettir).” buyurdu. Yâ Resûlallah hangi cihad daha efdaldir? dedim. “Mal

ve canı ile yapılan cihadtır” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah hangi köleyi azat etmek daha efdaldir?

 

“Madden ve manen kıymetli olanı” buyurdu. Sadakanın en efdali hangisidir? Yâ Resûlallah dedim.

“Az da olsa fakîrin gönlünü almak için verilendir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın

indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir? “Âyet-el-kürsî’dir.” buyurdu.

Ebû Zer hazretleri devam ederek, Peygamber efendimize (s.a.v.) Peygamberler ve onlara gönderilen

kitaplar hakkında da suâller sorup aldıktan sonra, Sözüne şöyle devam etmiştir. Yâ Resûlallah bana

nasîhat et dedim. “Sana Allah’tan korkmayı tavsiye ederim, işin başı budur.” Yâ Resûlallah biraz

daha dedim. “Sana Kur’ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte

meleklerin övgüsüdür” buyurdu. Biraz daha dedim. “Çok gülmeyi terk et, çok gülmek kalbi öldürür,

yüzün nurunu giderir.” buyurdu. Biraz daha nasîhat buyur, Yâ Resûlallah dedim. “Susmayı tercih et

sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur.” buyurdu.

Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Cihad et, çünkü cihad ümmetimin zühdüdür.” buyurdu. Biraz daha

dedim. “Miskînleri (fakîrleri) sev, onlarla bulun.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Kendinden

aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin

için nimettir” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Akrabanı ziyâret et, onlar seni ziyâret etmeseler

de.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına

aldırma” buyurdu. Biraz daha nasîhat et, Yâ Resûlallah dedim. “Acı da olsa Hakkı söyle”

buyurdu. Biraz daha istedim. Sonra da elini göğsüme koydu ve şöyle buyurdu: “Tedbir almak gibi akıllılık

yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.”

 

KAYNAKLAR:

 

1) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-156

2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh-219, cild-2, sh-354

3) El-A’lâm cild-2, sh-140

4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-12, sh-90

5) El-Îsâbe cild-4, sh-62

6) El-İstiâb cild-4, sh-61 (Îsâbe kenarında)

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1002

8) Eshâb-ı Kirâm sh-331

9) Şezerat-üz-Zeheb cild-2, sh-39

10) Câmi’u kerâmât-il evliyâ cild-2, sh-83

11) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-17

12) Kâmûs-ul-A’lâm cild-2, sh-716

13) Sahîh-i Buhârî, fedâil-ül-eshâb 11, Menâkıb-ul-ensâr 33

14) Sahîh-i Müslim Fedâil-ul-eshâb 132

15) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-155